BEYÂN - TDV İslâm Ansiklopedisi

BEYÂN

البيان
BEYÂN
Müellif: İBRAHİM KÂFİ DÖNMEZ
Web Sitesi: TDV İslâm Ansiklopedisi
Yayımcı: TDV İslâm Araştırmaları Merkezi
Baskı Tarihi: 1992
Son Güncelleme Tarihi: 28.12.2020
Erişim Tarihi: 19.04.2024
Web Adresi:
https://islamansiklopedisi.org.tr/beyan--fikih
İBRAHİM KÂFİ DÖNMEZ, "BEYÂN", TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/beyan--fikih (19.04.2024).
Kopyalama metni

Sözlükte “açık seçik olmak” ve “açıklamak” mânalarına gelen beyân, terim olarak da sözlük anlamı ile paralellik gösteren bir muhtevaya sahiptir. Buna göre beyân, “Mânadaki kapalılığı giderip ona muhatabın anlayacağı biçimde açıklık kazandırmaktır.” Bununla birlikte açıklama işine mi, açıklama vasıtasına mı, yoksa açıklamadan elde edilen sonuca mı beyân deneceği hususu usulcüler tarafından tartışılmıştır. Bu tartışmanın tabii uzantısı olarak usulcüler, “maksadın açıklanması”nı veya “araştırılan sonuca doğru bir biçimde ulaştıran delil”i yahut “delilden elde edilen bilgi veya sonuc”u esas alan beyân tarifleri vermişlerdir. İmam Şâfiî ve Hanefî usulcülerin çoğunluğu “maksadın açıklığa kavuşturulması”nı (izhâr) esas almışlardır. Abdülazîz el-Buhârî, bazı Hanefî usulcüler ve Şâfiîler’in çoğunluğu tarafından beyânın “maksadın açıklığa kavuşması” (zuhûr) şeklinde anlaşıldığını belirtmekte, fakat bu anlayışın sakıncalı sonuçlara yol açabileceğini savunmaktadır (Keşfü’l-esrâr, III, 104-105).

Günümüze ulaşan fıkıh usulü eserleri içinde kronolojik açıdan ilk sırayı tutan er-Risâle adlı eserinde Şâfiî beyân konusunu geniş bir biçimde ele almıştır. Şâfiî burada beyânı, temelde birleşen, fakat ayrıntıda farklılıklar taşıyan anlamları topluca ifade eden bir terim (ism) olarak nitelendirir. Ona göre beyânın bu anlamlarının ortak noktası, Allah’ın kelâmına muhatap olanlar için bir açıklama teşkil etmesidir. Daha sonra Şâfiî beyânı, hükümlerin açıklanış keyfiyeti bakımından tasnife tâbi tutar. Bu tasnifin özetini verirken (er-Risâle, s. 21-22) dört grup beyândan söz ederse de ardından bunları ayrı ayrı açıkladığı sırada birinci grubu iki ayrı çeşit olarak inceler ve böylece beyânı beş bab altında ele alır.

Şâfiî’nin bu açıdan yaptığı tasnife göre beyânın beş çeşidi şunlardır: 1. Kur’an nassı ile yapılan beyân. Farzları ve haramları ayrıntıya girmeden mücmel olarak (meselâ namazın farz olduğunu, domuz eti yemenin haram olduğunu) bildiren âyetlerdeki beyân bu çeşide girdiği gibi Bakara sûresinin 196. âyetinde, “hac ile umreyi birleştiren kişinin kurban kesememesi halinde hacda üç gün ve memleketine dönünce yedi gün oruç tutması gerektiği” hükmünün bildirilmesinden sonra yer alan ve başka açıklamayı gerektirmeyecek ölçüde açık olan, “Bunların tamamı on gündür” ifadesi de bu çeşide örnek olarak gösterilmiştir. 2. Kur’an’ın kısmen mücmel bıraktığı ve sünnet tarafından bu mücmel kısma açıklık getirilen durumlardaki beyân. Abdestin farzlarını, cünüplük halinde gusledilmesi emrini, vasiyetin meşrû olduğu hükmünü ihtiva eden âyetler ve buralarda kapalı kalan noktaları açıklığa kavuşturan Hz. Peygamber’in sünnetleri bu çeşit beyânın örnekleri arasında yer almaktadır. 3. Kur’an’ın mücmel hükümlerinin Hz. Peygamber’in sünnetiyle açıklığa kavuşturulması şeklindeki beyân. Meselâ Allah’ın Kur’an’da farz kıldığı namazın rek‘atlarını ve vakitlerini, zekâtın miktarını, hac ve umrenin nasıl yerine getirileceğini peygamberi vasıtasıyla açıklaması bu çeşidin başlıca örnekleridir. 4. Kur’an nassı ile belirlenmeyip Hz. Peygamber’in sünnetiyle teşrî‘ kılınan hükümlere ait beyân. Şâfiî bu çeşit beyân için gerek eserinin baştaki özet kısmında, gerekse müstakil olarak ele aldığı kısımda müşahhas örnek vermemiş, Hz. Peygamber’e itaati emreden Kur’an âyetlerine işaretle, Resûlullah’ın beyânının Allah’ın kitabındakini beyândan ibaret olduğunu vurgulamaya yönelmiştir (Muhammed Edîb Sâlih, diğer çeşitlerde bol örneklerle karşılaşmanın etkisiyle olmalı ki Şâfiî’nin çeşitlerin her birini örneklerle izah ettiğini söylemektedir, Tefsîrü’n-nuṣûṣ, I, 28). 5. Allah’ın ictihad yoluyla araştırılmasını emrettiği hususlara ait beyân. Meselâ kıbleye yönelmeyi (el-Bakara 2/150), ihramlı iken bilerek avlanan kişinin öldürdüğüne denk bir hayvan kurban etmesini (el-Mâide 5/95) emreden âyetlerde kıblenin ve öldürülen hayvanın denkliğinin araştırılması ictihada bırakılmıştır.

Şâfiî’nin verdiği beyân tarifi ile tasnifi ve zikrettiği bazı örnekler Cessâs tarafından tutarsız bulunmuş ve sert bir dille tenkit edilmiştir (bk. el-Fuṣûl fi’l-uṣûl, II, 10-19).

Şâfiî’nin er-Risâle’sinde, hükümlerin Allah tarafından açıklanış keyfiyeti bakımından yapılan ve yukarıda özeti verilen geniş açıklamalar bulunmasına karşılık, beyânın gayesi ve ifa ettiği görev açısından beyânın çeşitlerine dair terimlere rastlanmamaktadır. Her ne kadar M. Edîb Sâlih, tümevarım metodunun ve usul terimleriyle ilgili geniş incelemelerin beyân bahislerine de uzanması ile Şâfiî’nin er-Risâle’sinden sonra usulcülerin bu açıdan beyânı takrîr, tefsîr, tağyîr ve tebdîl gibi kısımlara ayırdıklarını ifade ediyorsa da (Tefsîrü’n-nuṣûṣ, I, 29), bu hususta mütekellimîn (Şâfiiyye) metoduna göre kaleme alınmış usul eserleri ile fukaha (Hanefiyye) metoduna göre yazılmış usul eserlerini ayrı ayrı ele almak gerekir.

Mütekellimîn metoduna göre yazılmış usul eserlerinde beyân konusu, genellikle lafız bahislerinin “mücmel” ile ilgili kısmında bir alt başlık olarak ele alınmakta ve daha çok beyânın ona duyulan ihtiyaç anından sonraya bırakılıp bırakılamayacağı, beyânın açıklanan söz ile aynı güçte bir delil vasıtasıyla yapılmasının (mütevâtirin mütevâtir delil ile açıklanması gibi) şart olup olmadığı meseleleri tartışılmaktadır.

Fukaha metoduna göre telif edilen fıkıh usulü eserlerinde ise beyân, gayesi ve ifa ettiği görev açısından beş kısma ayrılarak incelenmektedir.

1. Beyân-ı Takrîr. “Mecaz” veya “husus” ihtimallerine açık olan sözü bu ihtimalleri bertaraf ederek güçlendiren açıklama demektir. Meselâ “kanatlarıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki...” (el-En‘âm 6/38) âyetinde, “kanatlarıyla uçan” şeklindeki açıklama “kuş”un mecazi mânada anlaşılmasını engellediğinden, bir beyân-ı takrîrdir. Yine, “Bütün melekler hep birlikte secde ettiler” (Hicr 15/30) âyetinde “bütün” şeklindeki açıklama, umum ifade eden “melekler” lafzının tahsis yani “bir kısım melekler” diye anlaşılması imkânını ortadan kaldırdığı için bir beyân-ı takrîrdir. Beyân-ı takrîr beyân dereceleri arasında en açık olanıdır.

Hemen bütün klasik ve çağdaş eserlerde, naslardaki beyân-ı takrîr için yukarıda zikredilen ve ahkâm âyetlerinden olmayan iki âyetin örnek olarak gösterilmesi dikkat çekmektedir.

Şâfiî’nin er-Risâle’sinde yer alan beyân keyfiyetiyle ilgili beş çeşidi “Beyânın Mertebeleri” başlığı altında özet olarak verirken, Şevkânî’nin, “te’vile kapalı olan celî (açık) nas” diye tarif ettiği ve bazıları tarafından “beyân-ı takrîr” ismiyle anıldığını söylediği “beyân-ı te’kid”i fukaha metodundaki beyân-ı takrîr ile eşit saymak mümkün görünmemektedir. Zira Şâfiî’nin ayırımının birinci nevinde gerek sünnetteki açıklamalar ile “müfesser” hale getirilmiş mücmel hükümler, gerekse Kur’an’ın ek açıklamaları (ziyâde fi’t-tebyîn) ile tamamen vuzuha kavuşturulmuş mânalar kastedilmektedir. Diğer taraftan Şevkânî’nin örnek olarak zikrettiği ve Şâfiî’nin ayırımını incelerken işaret ettiğimiz Bakara sûresi 196. âyetinin, husus veya mecaz ihtimalini önleyen bir beyân nevi için örnek sayılamayacağı açıktır.

2. Beyân-ı Tağyîr. Sözün başından (sadr-ı kelâm) anlaşılan mânayı değiştirecek şekilde ve yine o söze bitişik olarak yapılan açıklamaya denir. Tahsis, istisna, bedel, sıfat, gaye ve şart hep beyân-ı tağyîr kabilindendir. Meselâ, “Allah alışverişi helâl kıldı” şeklinde başlayan sözü, daha sonraki, “Ribâyı ise haram kıldı” (el-Bakara 2/275) beyânı ile tahsis edilmiş ve ribâ özelliği taşıyan alışverişlerin sözün başından anlaşılan hükme dahil olmadığı belirtilmiştir.

3. Beyân-ı Tefsîr. Mücmel, müşkil ve hafî gibi kapalılık taşıyan bir sözü açıklamaktır. Meselâ Kur’an’da geçen “salât” (namaz) ve “sıyâm” (oruç) gibi mücmel lafızlar ile neyin kastedildiğine dair Hz. Peygamber’in fiilî veya sözlü açıklamaları, mücmel için yapılmış beyân-ı tefsîre örnek teşkil eder. Kapalılık derecesi itibariyle müşkil diye anılan lafızlar ise genellikle müşterek yani birden fazla vaz‘ ile birden fazla mânayı ifade etmek üzere konmuş lafızlardır. Meselâ, “Boşanmış kadınlar kendi başlarına (evlenmeden) üç kur’ süresince beklerler” (el-Bakara 2/228) âyetindeki “kurʾ” kelimesi Arap dilinde hem âdet hem temizlik süresini belirtmek üzere konulmuş bir lafızdır. İşte müctehidlerin âyette bu mânalardan hangisinin kastedildiğini açıklamaları bir beyân-ı tefsîrdir. Diğer taraftan yapısı itibariyle kapalı olmadığı halde uygulamada kapsamının belirlenebilmesi dış unsurlardan faydalanmayı gerektiren hafî lafızların, meselâ Kur’an’daki “sâriḳ” (hırsızlık yapan kimse) kelimesinin “tarrâr” (yankesici) ve “nebbâş”ı (kefen soyucu) ifade edip etmediğinin açıklanması da beyân-ı tefsîr nevine girer.

Görüldüğü üzere beyân-ı tefsîr, gerek -mücmel lafızda olduğu gibi- şâri‘ tarafından, gerekse -hafî ve müşkil lafızlarda olduğu gibi- müctehid tarafından gerçekleştirilen açıklamayı kapsamaktadır. Âmmın tahsisi Hanefîler tarafından beyân-ı tağyîr olarak nitelendirilmekle beraber Şâfiîler’e göre bu bir beyân-ı tefsîrdir. Zira birincilere göre âm lafız kat‘î, diğerlerine göre zannîdir.

4. Beyân-ı Zarûret. Açıklanmaya muhtaç bir hususun, esasen dil kuralları bakımından açıklama sayılamayacak bir yolla izahına beyân-ı zarûret adı verilir. Bu nevi açıklama dört yoldan biri ile gerçekleşir. Bunların başında, mantûk (söylenmiş) hükmünde olan meskûtün anh (söylenmemiş husus) gelir. Meselâ, “Ölen kişinin çocuğu yoksa ve ona anası ile babası mirasçı olmuşsa anasına üçte bir hisse düşer” (en-Nisâ 4/11) âyetinde, çocuğu olmayan bir kimseye yalnız ana ve babasının mirasçı olması halinde babaya ne kadar miras düşeceği meskûtün anhtır. Fakat bu mantûk hükmündedir, çünkü bunun üçte iki olduğu zaruri olarak anlaşılmaktadır.

5. Beyân-ı Tebdîl. Sonraki bir beyân ile önceki beyânın hükümlerinin kısmen veya tamamen kaldırılması demektir. Bu nevi beyâna “nesih” adı verilir.

Bu beşli ayırım Ebü’l-Usr el-Pezdevî ve onu takip eden Hanefî usulcülerin çoğunluğuna göredir. Debûsî ise beyân-ı takrîr, tağyîr, tefsîr ve tebdîl şeklinde dörtlü bir ayırım yapmış, istisnayı beyân-ı tağyîr ve şarta ta‘liki beyân-ı tebdîl olarak nitelendirmiştir. Serahsî bu ayırımı benimsemekle beraber beyân-ı zarûreti ekleyerek onu beşli hale getirmiştir. Şu halde Debûsî ve Serahsî’nin ayırımlarında yer alan beyân-ı tağyîr ve beyân-ı tebdîl, Pezdevî ve çoğunluğun ayırımındaki beyân-ı tağyîri karşılamaktadır (M. Edîb Sâlih’in eserinde ise bu hususla ilgili cümlede “beyân-ı tağyîri karşılamaktadır” deneceği yerde “beyân-ı tebdîli karşılamaktadır” şeklinde yer alan yazım hatası, kitabın yeni baskılarında da düzeltilmediğinden okuyucuyu yanıltabilmektedir, bk. Tefsîrü’n-nuṣûṣ, I, 31). Nesihe gelince, Debûsî ve Serahsî’ye göre burada bir hükmün izhârı değil kaldırılması söz konusu olduğundan nesih bir beyân değildir. Bu yüzden -işaret edildiği üzere- onlara göre beyân-ı tebdîl nesihi değil hükmün şarta bağlanmasını ifade eder (Abdülazîz el-Buhârî, III, 106).

Beyân konusunu Şâfiî’nin açıklamalarını inceden inceye tenkit edecek ölçüde geniş ele almasına rağmen Cessâs’ın beyân şekillerini yerleşik terimlerle ifade etmeyişi dikkat çekicidir. Ayrıca bu şekillerin bazısında muhteva farklılığı da tesbit edilebilmektedir (bk. el-Fuṣûl fi’l-uṣûl, II, 22).

Beyân-ı zarûret dışındaki beyân çeşitlerinde “tıp ilmi” ve “fıkıh ilmi” terkiplerinde olduğu gibi bir cinsin kendi nevilerinden birine izâfe edilmesi söz konusudur. Beyân-ı zarûret terkibi ise bir şeyin sebebine izâfe edilmesi kabilindendir.

Beyân genelde sözle olmakla birlikte usulcülerin çoğunluğuna göre fiil hatta sükût ile de olabilir. Bu yönü ile beyân “tefsir”den ayrılır. Zira tefsir bir mânaya açık olarak delâlet eden lafızla olur. Diğer taraftan beyân “te’vil”den de kapsamlıdır. Çünkü te’vil ilk anda kendisiyle neyin kastedildiği anlaşılmayan söz hakkındaki açıklamayı ifade eder (, VIII, 219-220). Nesih dışındaki beyân nevileri, nasların açıklanmasının yanı sıra kişilerin irade beyânlarının yorumlanması hakkında da söz konusu olur.

Beyânın ihtiyaç vaktinden sonraya tehirinin câiz olup olmadığı hususu, beyânın konusu olan mükellefiyete göre ayrı ayrı ele alınmış ve farklı görüşler ileri sürülmüştür (bk. , VIII, 223-224; beyanla ilgili olarak ayrıca bk. AMEL; İRADE BEYANI).


BİBLİYOGRAFYA

, s. 21 vd.

Cessâs, el-Fuṣûl fi’l-uṣûl (nşr. Uceyl Câsim en-Neşemî), Küveyt 1405/1985, II, 6-74.

, III, 104-163.

, I, 364-383.

, I, 259-337.

, III, 22-47.

, III, 104-163.

Bihârî, Müsellemü’s-sübût ( içinde), II, 42-53.

, s. 172-175.

Ali Himmet Berki, Hukuk Mantığı ve Tefsir, Ankara 1948, s. 38-39, 44-46, 51-53, 59-67.

Sava Paşa, İslâm Hukuk Nazariyatı Hakkında Bir Etüd, Ankara 1956, II, 149-153.

M. Edîb Sâlih, Tefsîrü’n-nuṣûṣ fi’l-fıḳhi’l-İslâmî, Beyrut 1404/1984, I, 23-49.

, I, 95-98.

, VIII, 219-224.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1992 yılında İstanbul’da basılan 6. cildinde, 23-25 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız. Bu madde en son 28.12.2020 tarihinde güncellenmiştir.
TDV İslâm Ansiklopedisi'nden rastgele bir madde okumak ister misiniz?
BAŞKA BİR MADDE GÖSTER